top of page

Dil Türeyişi Teorileri

  • Yazarın fotoğrafı: Esin ALÇIOĞLU
    Esin ALÇIOĞLU
  • 12 Şub
  • 4 dakikada okunur

Dili meydana getiren kelimelerdir. Dilin doğuşu demek, bir bakıma kelimelerin doğuşu

demektir. Bu bakımdan dilin kaynağı konusunda, üzerinde durulması gereken en temel

noktalardan biri, kelimenin ne olduğu, nasıl oluştuğu konusudur. Kelimeler, zihnimizde

yarattığımız herhangi bir şeyi açığa vurmak için kabullendiğimiz birer ses kalıbıdır. Sesli anlaşmalar döneminde bu kalıplar nasıl oluşmuştur? İşte bu soruya cevap almak ve dilin doğuşunu aydınlatmak üzere çeşitli varsayımlar ortaya atılmıştır. Bu görüşlerin başlıcaları şunlardır:


Taklit Görüşü

XX.yüzyılın başlarında ortaya çıkan bu kurama göre, insan dilinin oluşumunda baş etken ses taklididir. İnsan, çevresindeki doğa olaylarını, hayvanların ve ses çıkaran bütün eşyanın seslerini taklit etmek suretiyle dili meydana getirmiştir.


Ünlemleri Temel Alan Görüş


Bu varsayıma göre, kelimelerin birçoğu, insanların duygulanmaları sırasında çıkarmış oldukları seslerden veya ünlemlerden oluşmuştur. İnsanlar çeşitli durumlar karşısında, ruh ve bedenle ilgili duygularının etkisiyle, hayret, sevinç veya hayranlık ifade eden sesler çıkarırlar. Bunlardan bir kısmı insanın elinde olmadan çıkmakta ve çeşitli duyguları yansıtmaktadır: ah, of, uf, ıh vb.


Jest ve Mimikleri Temel Alan Görüş

Beden hareketlerini temel alan bu kurama göre, insanlar kimi duygularını ifade edebilmek için çeşitli beden hareketleri yapmaktadırlar. Bu hareketlerin ağızda konuşma organlarına yansıması ile kelimeler meydana gelmiştir.


Müziği Temel Alan Görüş

sound

Buna göre kelimeler insanların söyledikleri şarkılardan oluşmuştur. İlkel insanlar güç işler görürken, ritmik birtakım sesler çıkararak çalışmalarını kolaylaştırıyorlardı. Sonradan bu sesler iş yaparken söylenen şarkılar biçimine girmişlerdir.


Fârâbî, Kitâbu’l- Hurûf’ta dilin kökenini araştırmaya başlamadan önce, iki konuya dikkatimizi çekmektedir: Bunlardan birincisi; ilimlerin, sanatların ve dinin ortaya çıkışını, zamansal ve burhânî açıdan izah ettikten sonra, onların birbirleriyle ilişkilerini sergileyerek felsefecilerin bu alanda söz sahibi uzman kişiler olduğuna vurgu yapmasıdır. Böylece dilin kökeni hakkında dinin açıklamalarının yerine felsefenin izahlarının geçerli olması gerektiğini göstermeye çalışır. İkincisi ise bilgiyi, genel ve özel diye ayırarak bu bilgi çeşitlerinin niteliklerini verdikten sonra dilin hudûsundaki rollerini açıklamasıdır.( Jacques Langhade, Minel-Kur’âni ile’l-Felsefe,

Çev. Vecih Esad, Menşûrâtü Vüzâretü’s-Segâfe, Şam, 2000)


Burhânî delilleri kullanan felsefecilerin görüşlerini Fârâbî, kesin bilgi olarak kabul eder. Ancak kendisinden önceki dil filozofları veya onunla aynı asırda yaşayanlar arasında dilin kökenini, tedricilik yönünden ve sağlam dayanaklarla kabul edilebilir bir tarzda ele alan başka bir filozof yoktur. O, dilin bir defada değil de, tedricî yani derece derece olarak ortaya çıktığını kabul eder. Dil; idraklerin genişlemesi ve ihtiyaçların çoğalmasıyla gelişir ve büyür. Bu yüzden insan ilk olarak çevresindeki, ona yakın olan idrak edebildiği nesneler için lafızlar kullanır.(Adnan Muhammed Selman, “el-Fârâbî ve Ârâuhû’l-Lüğaviyye fî Kitâbi’l-Hurûf”, el-Mevrid, S.18, Dâru’şŞuûni’s-Segafiyyeti’l-Âmme, Bağdat, 1989, s. 114.)


Kitâbu’l-Hurûf’ta Fârâbî, “Toplumun Harflerinin ve Lafızlarının Oluşumu (Hudûsu)” başlığı altında, avâm ve çoğunluk olanın havâstan zaman bakımından önceliğine dikkat çekerek herkes tarafından kabul edilen ortak bilgilerin de sanatlardan önce oluştuğunu iddia eder. Aynı beldede oturanların, bedenleri, mizaç ve suretleri de yapı bakımından aynı olur. Onlarda belli şekil ve huylar, mizaç özellikleri oluştuğu gibi zihinleri de nitelik ve nicelikte sınırlı ölçüde bilgilerle, tasavvurlarla ve tahayyüllerle çeşitli şekillerde yönlendirilir. Bu durum ise onlara daha kolay gelecek şekildedir.( Fârâbî, Hurûf, s. 134-135. )


O halde, aynı coğrafî yerleşim bölgesinde yaşayan insanların kabiliyet ve istidatlarındaki fıtrîlik aynı olduğu gibi bilgi ve tasavvurları da aynıdır. Platon ve Aristoteles’in dilin oluşumunu ve gelişimini, insanların toplum halinde yaşamaya başladıktan sonra birbirleriyle iletişim ihtiyacı hissetmelerine bağlamalarında olduğu gibi Fârâbî de dilin, iletişim/bildirişim

ihtiyacından dolayı geliştiği görüşündedir.


Dünya dillerinin meydana gelişi :


İnsanlık tarihinin olmazsa olmazı din açısından olaya bakacak olursak; Hz. Âdem’in en büyük mucizesi Cenab-ı Hakkın ona bütün lügat ve dilleri öğretip, bütün eşyanın ismini bildirmesidir. Peygamberlerin hepsine verilen mucizelerde olduğu gibi, Hz. Âdem’in bu mucizesi de Kur’ân-ı Kerimde anlatılmaktadır. Buna herşeyin ismini, mahiyetini, dillerin ve lügatlerin öğretilmesi mânâsında “taallüm-ü esma, tâlim-i esmâ” denmektedir.


Bakara Sûresinin “ve alleme Âdeme’l-esmâe” ile başlayan 31-33. âyet-i kerimelerinde bu husus genişçe anlatılır. Cenab-ı Hak Hz. Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretince, daha sonra meleklere hitaben: “Haydi davanızda doğru iseniz bana şunları isimleriyle haber verin” buyurdu. Melekler acizlik ve bilgisizliklerini arz edince, Hz. Âdem’e, “Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver” emri üzerine, Hz. Âdem Allah’ın kendisine öğrettiği bütün isimleri meleklere teker teker saydı.


Fahri Râzi ise et-Tefsîrü’l-Kebîr isimli tefsirinde bu hususa bir açıklık getiriyor ve özetle şöyle diyor: Cenab-ı Hak, Hz. Âdem’e, yaratmış olduğu bütün varlıkların isimlerini âdemoğlunun konuştuğu çeşitli dillere göre öğretti. Âdem de (a.s.) bunları evlatlarına öğretti. O vefat ettikten sonra çocukları yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağıldılar. Her biri belli bir dille konuşmaya başladı. Ve artık onda ve orada o dil hâkim oldu. O bölgede diğer diller unutuldu. İşte Hz. Âdem’in çeşitli dillerle konuşmasının sebebi budur.( et-Tefsîrül-Kebir, 2:176)


İşte bütün ilimlerin kaynağı, Hz. Âdem’in bu taallüm-ü esmâ mucizesine dayanmaktadır. Bu mucizeyi Bediüzzüman Hazretleri şöyle ifade eder: “Sâir enbiyânın (peygamberlerin) mucizeleri, birer hususi harika-i beşeriye remzettiği gibi, bütün enbiyânın pederi ve divan-ı nübüvvetin fâtihası olan Hz. Âdem’in (a.s.) mucizesi, umum kemâlat ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihâyetlerine ve en ileri hedeflerine sarahate yakın işaret ediyor.”( Sözler, s. 244)


İşârâtü’l-Îcaz isimli tefsirinde ise âyet-i kerimede geçen “el-esmâe” kelimesini tefsir ederken bu kelimenin isim, sıfat ve haysiyet gibi eşyayı, varlıkları birbirinden ayıran ve tayin eden alâmet ve nişanlara işaret ettiği gibi, aynı zamanda insanların konuşmuş olduğu çeşitli dil ve lügatlere de işaret ettiğini izah etmektedir. (İşârâtül-İcâz, s. 218)


Dil biraz ağır gelmiş olabilir ama alıntı yaptığım için sadeleştiremiyorum. Elimden geldiğince anlamlarıyla vermeye çalıştım. Özünde “dine göre”bunun bir peygamber mucizesi olduğunun anlatılmasını anlatabilmişimdir umarım.


Aynı anne-babadan çoğalan âdemoğullarının zamanla farklı dil konuşmalarının izahı güvenilir kaynaklarda bu şekilde yapılmaktadır. Ancak bugün dünyada konuşulan bütün dillerin Hz. Âdem’in çocuklarından kaldığını söylemek eksik olur. Zamanla bir dilden birkaç dil türemiş, lehçe farklılıkları farklı bir dil haline gelmiştir. Meselâ bugün Türkçe konuşan iki yüz milyonun üzerinde insan vardır. Fakat ayrı ülke, kültür ve çevrede yaşamanın verdiği değişiklikler aslında bir olan Türkçenin Kazakça, Kırgızca, Çağatayca, Uygurca, Göktürkçe gibi telâffuzu, konuşulması gibi bazı farklılıklar arz ederek ayrı bir dil haline bürünmesine sebep olmuştur. Asılları Lâtince olan Fransızca ve İtalyanca gibi Batı dilleri için aynı şeyi söylemek mümkündür. Sonradan gelişen ve konuşulan diller farklı da olsa, aslı birdir ve öyle kabul edilir.


Dillerin ayrı ayrı olması insanların birbirlerini tanıması ve münasebet kurması için bir vesile ve imkândır. Nasıl ki, millet millet, kabile kabile yaratılmamızda insanlar olarak birbirimizle tanışmamız, kaynaşıp münasebet kurmamız hikmeti gözetilmişse, dillerin farklı olması da bu hikmete yöneliktir.


Dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan toplulukların oralara nasıl gittikleri, kendi kültür ve dillerini nasıl geliştirdiklerini konusunda en ufak somut bir veri bulunmamaktadır. Bizlere söylenen sadece o dil, din veya kültürün orada olduğudur.


Kutsal kitaplar insanın konuşmaya Hz. Adem ile başladığını ve Tanrı’nın cisimleri adlandırarak Hz Adem’e bildirdiğini söyler. Bu düşüncenin aksi kanıtlanmamıştır, bilimsel veri verebilmek için geçmişe dönemeyeceğimizden bütün dünya da bunu kabul etmiştir. Ancak şu kesindir ki iletişim temel bir ihtiyaçtır ve dili doğurmuştur bunun nasıl doğduğunun bir önemi yoktur. Bizimkisi sadece merak…


Esin ALÇIOĞLU

Comments


SiRA_06.jpg

Astarte

URFA

venüs mobilya banner 3.png

venusmobilya.com

Creatlish

© 2025 by Creatlish. Powered by Creatlish

  • Instagram
bottom of page